ENERJI SORUNU VE TURKIYE

Vural Altin, Bogazici Universitesi Muhendislik Fakultesi

ENERJI

Enerji cagdas yasamin stratejik girdilerinden birisidir ve metabolizmik bir benzetmeyle, toplumsal organizmanin kanindaki seker gibidir. Tarihte zengin enerji kaynaklari uzerine pek cok medeniyet kurulmus, enerji yetersizligi duvarina carpmak bu medeniyetlerden bazilarinin sonu olmustur. Ornegin Roma Imparatorlugu'nun cokusune yol acan faktorler arasinda, Romalilarin paralarinin degerini koruyamayip hizli bir enflasyon spiraline yakalanmis olmalari sayilir. Zira Roma, gucunun zirvesinde iken, para basmak icin ihtiyac duydugu altin ve gumusu Nubye, yani bugunku Sudan gibi Afrika eyaletlerinden temin etmis, fakat bu eyaletlerini kaybedince, Avrupa'daki fakir madenlerin isletilmesi gerekmistir. Bu madenlerin yuzeysel kapasitesi hizla tuketilmis, derinlere inmeye calisildiginda galerilerden su cikmaya baslayinca, madenlerin isletilmesinden vazgecilmistir. Yeterince kiymetli metal bulunamayinca paraya bakir ve cinko katilmaya baslanmis, kisacasi paranin degeri hizla asinmistir. Halbuki imparatorlugu bir arada tutan en onemli faktorlerden birisi, o zamanin "bilinen dunya"sinda, her tarafta gecerli bir para biriminin varligi ve bu sayede canliligini surduren ticaret olmustur. Paraya guven kaybedildikce ticaret gerilemis, artan yoksulluk ve tatminsizlik, koskoca imparatorlugun sonunu getirmistir.

Avrupa'nin Orta Cag karanliklarindan siyrilmasinda etkin rol oynayan faktorlerden birisinin de, Romalilarin kapatmis oldugu madenlerin yeniden isletmeye acilmasi oldugu soylenir. Avrupalilar bunu, galeri diplerindeki suyu yeldegirmenleri vasitasiyla disari pompalayarak, yani ruzgar enerjisini kullanarak basarmislardir.

Bazi medeniyetler de tam tersine, etrafta zaten yeterince enerji kaynagi bulunduguna inanmis, kesfettikleri yeni enerji kaynaklarini devreye sokmamislardir. Ornegin, MO.3. asirda, Iskenderiyeli Heron buhar makinasini kesfedip tasarimini dahi cizmis, fakat bu bulus, donemin Misir'inda bolca kole bulundugundan hayata gecirilmemistir. Insanlar 19. yuzyila kadar biyolojik enerjiden yararlanmaya devam etmis, birbirlerini kole olarak kullanmayi dogal addetmislerdir. Halbuki insan veya hayvan tum biyolojik organizmalar, hic de iyi birer makina degildirler. Ozellikle insan, temel yasam ihtiyaclari disinda fiziksel is yapmak uzere tasarlanmamistir. Nitekim insan metabolizmasinin enerji verimi %15 civarinda olup, besin olarak alinan her 100 kalorilik hammaddeyi ancak 15 kalorilik ise donusturebilmektedir. Dolayisiyla insan cabuk yorulan, yoruldukca da isini dikkatsizce yapmaya baslayan bir canlidir. Halbuki is yapmak uzere tasarlanmis mekanik sistemler, insana oranla cok daha buyuk miktarlarda ve hep ayni standartta is yapmak yetenegine sahiptirler. Ornegin 10 tonluk bir kamyon bir gunde, gun boyu sirtlarinda 50'ser kg'lik cimento cuvallariyla dolasan 10,000 insanin yapacagi kadar is yapabilir. Bir baska deyisle, ulkemiz nufusunun calisma caginda olan yaklasik 20 milyonluk kisminin bir gunde yapabilecegi toplam fiziksel isi, 2,000 kamyonluk bir filo ayni sure icerisinde yapabilir. Bu 2,000 kamyonluk filoyu satin aldiktan sonra gereken mazotu saglayip filoyu calistirmak, 20 milyon insani sadece ekmekle dahi besleyip calistirmaktan cok daha ucuz ve ayni zamanda cok cok daha sorunsuzdur. Zira gun boyu fiziksel is yapmis olan insanlarin aksam oldugunda, islerinde daha yaratici olabilmek icin dusunmeye vakit ayirmalari, bilim, teknik ve kulture karsi ilgi duymalari bir yana, birbirlerine karsi saygili ve sevgili davranmalari dahi mumkun degildir. Boyle toplumlar medeniyete ancak cok sinirli katkilarda bulunabilir.

Gerci tarihte bunun istisnalari da vardir ve Eski Misir, sirf, kole ve hayvan formundaki biyolojik enerjiye dayanarak, insanlik yapimi en buyuk eserler arasinda yer alan piramitleri insa etmeyi basarmistir. Cunku Firavuna mezar yapmak uzere oylesiye calismak Misir insani tarafindan, obur dunyada olumsuzlugu garantileyen bir ibadet bicimi olarak algilanmistir. Grek tarihci Herodotus'un aktardigina gore, Firavun Hufu'nun (Grekce Keops) piramidinde, 20 yil sureyle 100,000 insan ve binlerce manda calismistir. Misir halki bunu ve ardindan, Hafre'nin (Grekce Kafir) ayni derecede muhtesem piramidini yapmis, fakat sonra da Misir medeniyetinin beli kirilmistir. Onca cabayi boylesine tekil bir proje uzerinde yogunlastiran ulke takatsiz kalmis, uzun bir sure icin dagilmistir.

Halbuki 100,000 kisinin 20 yilda yapacagi isi, 20 kamyonluk filosu olan bir sirketin 10 yilda yapmasi mumkundur. Bu ise gunumuzun ekonomik olceginde sadece kucuk bir sirkettir. Ust duzeyde enerji tuketen gelismis ulkelerde bu capta yuzlerce, hatta binlerce sirket vardir. Dolayisiyla bu ulkeler her on yilda bir ortaya yuzlerce piramit koyabilecek bir potansiyele sahiptirler. Bu yuzden de binlerce kilometrelik otoyollari, yuzlerce liman ve havaalanlari, her biri birer sanat eseri niteliginde yuzlerce muhtesem gokdelenleri, devasa barajlari ve sayisiz kopruleri vardir. Gelismis ulkeler bu eserlerin cogunu, enerjinin ucuz oldugu bir donemde tamamlamis, gelismemis ulkeler ise bu firsati, ne yazik ki kacirmislardir. Dunya enerji kaynaklari artik zorlanmakta, enerji giderek pahalilasmaktadir. Dolayisiyla gelismemis ulkelerdeki enerji tuketimi az, ulusal birikim de buna paralel olarak sinirlidir. Hemen her sey, az enerji tuketerek yapildigindan ozensiz, kentlerindeki yapilasma basta olmak uzere, hayatin her vechesi cirkin ve duzensizdir. Kisi basina enerji tuketimi dunya ortalamasinin altinda olan Turkiye'nin genel gorunumu, hepimizin bildigi ve gordugu gibi, bu ikinci grup ulkelerinkine benzerdir.

Tabii ki gelismemis ulkeler de gelismis ulkelerin duzeyine varmak isteyecek ve dunya enerji talebi surekli yukselecektir. Ancak dunyamizda halen kullanilmakta olan enerji kaynaklari, tum diger kaynaklar gibi sinirlidir. Petrolun 40 yil sonra tukenecegi, komurun ise ancak 200 yil dayanabilecegi soylenmektedir. Bu kaynaklarin tukenmesi halinde insanligin, Orta Caglar'daki yasam duzeyine geri donmesi, vucut isilarindan yararlanabilmek amaciyla hayvanlariyla birlikte, ahirlarda yasamaya yonelmesi kacinilmaz bir son gibidir. Gunes, ruzgar ve biyoenerji gibi alternatif enerji kaynaklari simdilik, dunya enerji ihtiyacina sinirli katkida bulunabilecek gibi gorunmekte, yakin gelecekte esas olarak komure guvenilmektedir.

Halbuki enerji kaynagi olarak yogun komur kullaniminin, ciddi bazi sakincalari vardir. Ornegin, dogada bulunan komurde mutlaka bir miktar da kukurt bulunmakta ve komur yandikca bu kukurt, kukurt dioksit gazi (SO2) olarak atmosfere dagilmaktadir. Bu gaz havadaki nemle bulustugunda sulfurik asit (H2SO4) buharlarina donusur ve yagmurla birlikte yeryuzune iner. "Asit yagmurlari" denilen bu olgu, mermer kapli antik yapilarin yuzeyini asindirip, metalden yapilmis herseyin paslanmasini hizlandirir. Ayrica, asit buharli hava canli organizmalar tarafindan solundugunda, pek cok saglik sorunu dogurur. Nitekim, Ingiltere'nin fazla komur yakmasi nedeniyle Iskandinavya ormanlarinin sagligi bozulmakta, bu ulkeler Ingiltere'ye oteden beri, daha az komur kullanmasi icin baski uygulamaktadir.

Komurun yanma olayi ayrica, yakilan her grami basina atmosfere yaklasik dort gram karbondioksit gazinin da (CO2) salinmasi demektir. Dunyada her yil milyarlarca ton komur yakilmakta, atmosfere bunun 4 misli agirlikta karbondioksit gazi salinmaktadir. Karbondioksit ise bilindigi gibi sera gazlarindan birisidir. Yani dunya yuzeyine dusup de geri yansiyan gunes isinlarini, donus yollari uzerinde sogurarak atmosfer sicakliginin artmasina sebep olur. Insan medeniyetinin komure dayali olarak devam etmesi demek, atmosferdeki karbondioksit miktarinin devamli artarak yeryuzunu bir cehenneme cevirmesi demektir. Bu surec icerisinde, once kutuplardaki buzul kutleler eriyecek, basta Hollanda ve Benglades olmak uzere, alcak rakimli ulkeler okyanus sularinin altina gomulecektir. Atmosferdeki karbondioksit birikimi arttikca yeryuzunun sicakligi artmaya devam edecek ve devami icin belli bir sicaklik araligina ihtiyac duyan dunya hayati, sona ermese de sendeleyecektir. Bilim cevreleri tarafindan sikca dile getirilen bu iddialar, hafife alinmamasi gereken bir tehlikeye isaret etmektedir. Nitekim gelismis Batili ulkeler bu tehdidin ciddiyetinin farkina varmis, aralarinda imzaladiklari Kyoto Protokolu ile karbondioksit emisyonlarini sinirlama karari almislardir.

Sera gazi olayi aslinda yeni bir sey degildir. Bundan 3 milyar yil kadar once atmosferde, simdikinin 4,000 kati kadar karbondioksit bulunmakta, bu eski atmosfer simdikinden cok daha fazla gunes isigi sogurmakta idi. Fakat atmosferin sicakligi yine de hayati mumkun kilacak duzeylerde seyretmis, zira gunes o zamanlar, simdikinin %70'i kadar enerji nesretmistir. Dolayisiyla gunes daha "soguk" iken, karbondioksitce daha zengin olan atmosfer daha sogurgan davranmis, dunyadaki hayatin gerektirdigi sicaklik araligi boyle saglanmistir. Halbuki simdi gunesin gucunde %30'luk bir azalma, dunyanin tumuyle buzullarla kaplanip derin donmus buzdan bir kureye donmesi demektir. Zira atmosferde artik, eskisi kadar karbondioksit yoktur. Peki ama dunya o gunlerden bugunlere nasil gelmis, bu arada hayat varligini nasil devam ettirmistir?

Gunes 3 milyar yil once daha zayif, atmosfer karbondioksitce cok daha zengin iken, atmosferde oksijen yoktur ve dunyadaki hayat, "anaerobik" dedigimiz bakterilerle kaplidir. Herkes memnun mesut yasarken, gunes isinmaya baslamis, "hayat"i bir telastir almistir. Gunes daha fazla radyasyon yayinladikca atmosfer daha fazla isin sogurmakta, sicaklik tehlikeli bir sekilde artmaktadir. Bu gidise bir son vermek icin, atmosferdeki karbondioksiti asagi indirmek gerekmis, "hayat" son anda, fotosentez dedigimiz olayi kesfetmistir. Bilindigi gibi tek veya cok hucreli bitkiler havadan karbondioksit alip, suyla birlikte fotosentez yapmakta, metabolizmasi icin gerekli enerjiyi bu sekilde saglarken, havaya oksijen salmaktadir. Yeni bir yasam turu olarak ortaya cikan bu "tek hucreli bitkiler," atmosferdeki karbondioksit miktari yuksek oldugundan, kolaylikla cogalip her tarafi sarmis, bunyelerinde karbondioksit toplayip atmosferdeki karbondioksit miktarini kademeli olarak bugunku duzeyine kadar azaltmislardir. Kendileri ise, trilyonlarla oldukce topraga karismis, jeomorfolojik etkinlikler altinda kalip, bugunku komur ve petrol halini almislardir. Yayilan bitkisel hayat atmosferdeki oksijen miktarini arttirmis, bu da bugun tanisik oldugumuz karmasik canli turlerinin ortaya cikmasini saglamistir. Daha oncesinin kahramanlari olan "anaerobik bakteriler" ise, oksijenin ulasamayacagi yerlere inmis, botulizm ve tetanoz gibi cesitli hastaliklara yol acan parazitik bir yasama yonelmislerdir.

Dolayisiyla, yeraltinda onca komurun bulunmasinin bir hikmeti vardir ve hayat bunu, kendisini, giderek isinan gunesten korunmak icin yapmistir. Simdi bu komuru yakip karbondioksit olarak atmosfere salmak, 3 milyar yil oncesinin sera kosullarina donup, hayati ilkinin tam tersi bir krize sokmaktir. Komure dayali termik santrallar iste tam bunu yapmaktadir. Fakat doga, buyuk ihtimalle bu krizi asmayi da basaracak ve bunu belki de, insanin kendini begenmisliginden kaynaklanan "antropomorfik" dusuncelerinin aksine, insani dislayarak yapacaktir. Zira milyonlarca canli turunden olusan "hayat", milyonlarca ayak uzerinde yuruyen bir "superorganizma" gibidir ve bu ayaklardan birinin sorun yaratmaya baslamasi halinde, onu kesip atmasini bilir.

Aslinda gelecek, enerji kaynaklari acisindan pek de oyle karanlik degildir. En ciddi alternatiflerin basinda ise nukleer enerji gelmektedir.

Nukleer Alternatif

Nukleer enerji, atomun cekirdegiyle ilgili bir olay olup, iki sekilde elde edilebilir. Bunlardan birincisi, iki kucuk cekirdegin birlestirilmesi, yani fuzyon, ikincisi ise buyuk bir cekirdegin parcalanmasi, yani fizyondur. Her iki halde de, reaksiyondan aciga cikan enerji isiya donusturulebilir, bu enerji ile su kaynatilip buhar elde edilebilir. Sonra da bu buhar, tipki termik santrallarda oldugu gibi, yuksek basinc altinda bir turbine gonderilir ve turbin donerken, kendisine bagli bir elektrik jeneratorunu de dondurunce, elektrik enerjisi uretilir. Elektrik enerjisi; komur, petrol veya nukleer gibi "birincil" enerji kaynaklarinin kullanimi sonucu elde edildiginden, "ikincil" enerji olarak nitelendirilir. Uretimi cogu kez pis, fakat kendisi temizdir. Hem de cok amacli olup, kullanimi kolaydir. Bu yuzden olsa gerek, cogu kullanici tarafindan tercih edilir ve halk arasinda "tak fisi, bitir isi" denilir.

Fuzyon, gunesin dunyamiza ve uzay bosluguna yayinlamakta oldugu enerjinin kaynagini olusturur. Dolayisiyla dunyamizdaki hayatin da kaynagidir. Eski Misir'in firavunlarindan IV. Amenhotep de bunu farketmis, MO.15. asirda, Ahenaton adini verdigi gunes tanrisini tek tanri ilan edip, aslinda fuzyon reaksiyonlarina ibadet etmistir.

Bu olayda dort adet hidrojen, bazi ara asamalardan gecerek tek bir helyum cekirdegine, bu arada aciga cikan cekirdek enerjisi de isiya donusmektedir. Boylesi bir "cekirdek birlesmesi", yani "fuzyon" reaksiyonu, iki doteryum cekirdegi arasinda da yer alabilir ve onemli miktarda enerji verir. Hidrojen cekirdegi, bilindigi gibi sadece bir protondan olusur. Doteryum ise, protona ilaveten bir de notron icerir. Dolayisiyla doteryumun, hidrojenin bir izotopu oldugu soylenir. Zira bir elementin kimyasal ozelliklerini, dis orbitallerinde bulunan elektronlarin sayisi belirler. Normal olarak bir atomun orbitallerindeki elektron sayisi, cekirdegindeki proton sayisina esit oldugundan, ayni proton sayisina sahip olan elementler, ayni kimyasal ozellikleri sergiler. Hidrojen ve doteryum birer protona sahiptirler ve bu yuzden, ayni kimyasal ozellikleri gosterirler. Birbirlerinin izotopudurlar. Her neyse…

Iki cekirdek arasinda birlesme reaksiyonunun yer alabilmesi icin, bu iki cekirdegin birbirlerine yeterince yaklasabilmeleri gerekir. Halbuki cekirdekler pozitif ve ayni yuklu olduklarindan, birbirlerini iterler. Gerekli yakinlasmayi saglamak icin, cekirdeklerin bu itme kuvvetini yenmesi, yuksek hizla birbirlerine dogru gelmesi gerekir. Fakat cekirdekler sicaklik nedeniyle zaten, belli bir kinetik enerjiyle hareket etmektedirler. Eger bu sicaklik yeterince yuksek ise, cekirdekler birbirlerine yeterince yaklasabilir ve aralarinda bir fuzyon reaksiyonu yer alabilir. Ancak, bu is icin gereken sicakliklar bir hayli yuksektir; gunesin merkezi kisminda, hidrojenler arasi fuzyon reaksiyonlari bolca yer almakta, fakat buradaki sicakliklar 10 ila 20 milyon santigrad derece civarinda dolasmaktadir. Bu yuzden de fuzyon reaksiyonlari, sicakliga dayali nukleer reaksiyonlar anlaminda, "termonukleer reaksiyon" olarak nitelendirilirler.

Bu yuksek sicakliklarda, hersey buharlasmis olup, atomlar iyonize haldedir. Yani, pozitif yuklu cekirdekler ve negatif yuklu elektronlar, cesitli yonlerde ve cok yuksek hizlarla kosusturup durmaktadirlar. Boyle bir plazma olusturup yeterince isitabilirseniz, fuzyon reaksiyonlari baslayacak, enerji uretmek imkani dogacaktir. Reaksiyonun belli basli hammaddesi olan doteryum, dunyada da boldur. Zira okyanus sularindaki her 6,666 hidrojen cekirdegine karsilik, bir tane de doteryum izotopu bulunur. Yani dunyada "dunya kadar" doteryum vardir ve doteryumun her grami 7.5 ton komur kadar fuzyon enerjisi icerdigine gore, okyanuslarda neredeyse sinirsiz miktarda enerji bulunmaktadir.

Ancak, fuzyon olayini baslatmak icin plazmanin isitilmasi gereken yuksek sicakliklara dayanikli hicbir malzeme, tabii ki yoktur. Zira milyonlarca santigrat derecedeki plazma, degdigi herseyi, metal veya hatta seramik dahi olsa, aninda buharlastiracaktir. Gunesin merkezinde bu sorun degildir. Zira hersey zaten gaz halindedir. Yeryuzunde ise plazma, maddeden yapilmamis "kap"larda isitilmak zorundadir. Bunun icin, manyetik alanlarin hareket halindeki yuklu parcaciklar uzerinde uyguladigi kuvvetlerden yararlanilir. Bu kuvvetler, plazmayi olusturan ve plazma hacminden disari kacmaya calisan yuklu parcaciklari yavaslatarak, icerde hapis kalmalarini saglamaya calisir. Ancak, fuzyon reaksiyonlari basladiginda, plazma daha da fazla isinir ve cok daha hizli hareket etmeye baslayan parcaciklarin, hapsedildikleri hacimden kacabilmeleri kolaylasir. Plazma, saniyenin milyonda birinden az bir sure icerisinde dagilmistir...

Onemli olan, bu kisa sure icerisinde fuzyon reaksiyonlarindan, plazmayi isitmak icin harcanandan daha fazla enerji elde ederek kara gecmek ve bu enerjiyi elektrik enerjisine cevirmektir. Bu ise, 1950'lerden beri bu alanda yapilan arastirmalara milyarlarca dolar harcanmis olmasina raimen, bir turlu basarilamamistir.

Halbuki kontrolsuz fuzyon reaksiyonlarinin gerceklestirilmesi nisbeten kolay olmustur. Plazmanin isitilmasi icin once bir atom bombasi patlatilmakta, sicaklik birkac milyon derece duzeyine cikartilmaktadir. Plazma reaksiyonlari baslayinca da, guclu bir konvansiyonel patlayici olan "trinitrotrigliserin"in (TNT) milyonlarca tonunun (megaton) patlatilmasina esdeger miktarda fuzyon enerjisi elde edilebilmektedir. Ancak bu, kontrolsuz bir reaksiyondur. Hemen her seyde oldugu gibi, bir olayin kontrol altinda gerceklesmesini saglamak, kontrolsuz gerceklesmesini saglamaktan daha zordur. Fuzyon olayinin kontrolu ise muhendisleri, daha once hicbir konuda karsilasmadiklari kadar zorlamaktadir.

Muhendislik bilimleri aslinda, nukleer enerjiyi terbiye etmesini becermistir. Fakat bunu fuzyon yoluyla degil, diger tip nukleer reaksiyon olan fizyon, yani buyuk bir cekirdegin parcalanmasina dayali olarak gerceklestirmistir. Hem de bunu, ilk atom bombasini yapmadan once becermistir.

Kolayca parcalanip fizyona ugrayan ve bu arada enerji aciga cikaran cekirdeklerin "fisil" olduklari soylenir. Dogada bulunan uranyum, hemen tamamen, iki tip izotoptan olusur. Bunlardan birisindeki proton ve notronlarin toplam sayisi 235, digerindekilerin ise 238'dir. Dolayisiyla bu cekirdekler, U-235 ve U-238 notasyonuyla gosterilirler. Her ikisindeki proton sayisi ayni ve 92, fakat ikincisindeki notron sayisi, birincisindekinden uc daha fazladir. Biz bu teknik notasyonla ugrasmak yerine, U-235'lerin "kirmizi", U-238'lerin de "siyah" olduklarini dusunelim. Kirmizilar bir notron carptiginda parcalanmaya cok daha yatkindirlar ve parcalandiklarinda iki veya uc de notron cikarirlar.

Dolayisiyla, bir uranyum kutlesi dusunecek olursak ve bu kutlenin icine bir avuc notron salarsak; bu notronlar "kirmizi" uranyumlara carpip, bu izotoplarin parcalanmasina yol acacak, parcalanmalardan aciga cikan notronlar, gidip baska kirmizilara carpacak, buradan yine notronlar cikacak vs. Yani kutle uygun buyuklukte secilirse, icinde bir zincirleme reaksiyon yer alacak ve surekli olarak aciga enerji cikacaktir. Kutlenin uygun buyukluk ve kompozisyonda secilmesi onemlidir. Zira fizyonlardan aciga cikan notronlarin bir kismi, ilgisiz cekirdeklerde yutularak veya kutlenin cidarindan disari kacarak, bir bakima ziyan olmaktadir. Kutle kucuk ise, notron kacaklari cok fazla olur ve zincirleme reaksiyon, daha baslayamadan durur. Ote yandan yeterince buyuk bir uranyum kutlesinin icine, disardan notron atmak da gerekmez. Zira kirmizi izotoplar, kendilerine carpan notronlar bulunmadigi zaman dahi, durup dururken parcalanmakta, cok yavas bir sekilde de olsa, kendiliklerinden fizyona ugrayip notron salmaktadirlar.

"Atom bombasi" da denilen fizyona dayali patlayicilar, uranyum parcalari halinde hazirlanip son anda bir araya getirilirler. Orijinal parcalarin her biri, zincirleme reaksiyonu baslatamayacak kadar kucuk, fakat hepsi bir araya geldiginde olusan kutle, bunu fazlasiyla basaracak kadar buyuktur. Yani "superkritik"tir. Bu "superkritik kutle", orijinal parcalarin etrafina yerlestirilen konvansiyonel patlayicilarin patlatilmasi sonucu sikistirilip bir araya getirildiginde, kirmizi izotoplarin kendiliklerinden parcalanmalari sonucu zaten aciga cikmakta olan notronlar, zincirleme reaksiyonu baslatmaktadirlar. Buradaki olay, saniyenin milyonda biri kadar kisa bir sure icerisinde, kutledeki kirmizi cekirdeklerin hemen tamaminin parcalanmasini ve sonuc olarak da aciga, yuzlerce kiloton TNT esdegerinde enerji cikmasini saglar.

Bir nukleer reaktorde ise bu zincirleme reaksiyon, cok daha yavas ve kontrollu olarak gerceklesir. Reaktorun yapisi biraz daha karmasiktir ve uranyum haricinde, bazi destek unsurlari da barindirir. Ornegin, fizyon sonucu aciga cikan notronlar hizlidir. Halbuki yavas hareket eden notronlar, kirmizi cekirdekleri daha kolay parcalayabilir. Dolayisiyla hizli notronlarin yavaslatilmasi gerekir ve bunu da, reaktor kalbine konulan sudaki hidrojen atomlari becerir. Hidrojenlerle carpisan hizli notronlar yavaslar. Bu durumda, fizyondan yeni cikmis olan hizli notronun, yavaslamak icin hidrojen atomlariyla carpismasi, bunun icin de icinde dogdugu uranyumdan cikip, bir sure icin su icerisinde dolasmasi gerekir. Bu amacla, uranyum metali cubuklar halinde imal edilip, aralarindan su gecirilir ve hidrojen iceren suyun bir "yavaslatici" gorevi gordugu soylenir. Hem, fizyon sonucu aciga cikan enerjiyi emmek icin zaten bir de sogutucuya ihtiyac vardir ve su, bu islevi de ustlenir. Boylelikle bir tasla iki kus vurulmus, hem notronlar yavaslatilip hem de reaktor kalbi sogutulmus olur. Su, hem "yavaslatici" hem de "sogutucu" gorevi gormektedir. Aslinda ayni isi sudan baska, karbondioksit veya helyum gibi gazlar da yapabilir. Hangi tur yavaslatici ve sogutucunun kullanildigi, reaktorun tipine gore degisir. Her halukarda, fizyondan cikan hizli notronlarin yavaslatildigi reaktorlere, "yavas" anlaminda, "termal" reaktor denir. Bu sifat aslinda reaktorun degil, kalbin icinde hareket eden notronlarin yavas oldugunu ifade etmektedir.

Ayrica, reaktor kalbine konulan uranyum cogu kez, dogada bulunan uranyum degildir. Zira dogal uranyumda az miktarda fisil izotop, yani benzetmemize gore kirmizi cekirdek bulunur. Soyle ki; dogal uranyumun her bin atomundan sadece, yaklasik 7'si fisildir. Hal boyle olunca, zincirleme reaksiyon icin gerekli olan notron uretim hizlarina erismek guclesir ve dogal uranyumun zenginlestirilmesi gerekir. Bu adeta, bir parca dogal uranyum alip, icindeki mavi cekirdekleri ayiklayip atmaya ve geride, mavilere oranla daha fazla sayida kirmizi cekirdek birakmaya benzer. Fakat sozkonusu "izotop zengilestirme" islemi, o kadar da basit degildir ve yavas calisan pahali islemler gerektirir.

Demek ki dogal uranyumun binde birinden azi, nukleer enerji uretimi acisindan ise yarayan "fisil" cekirdeklerden olusmaktadir. Bu cekirdeklerin 1 grami, yaklasik 2.5 ton komurunkine esdeger enerji potansiyeline sahiptir. Fakat uranyum, "nadir toprak metalleri" sinifinda yer alir. Yani yer kabugundaki mevcut miktari, "nadir" denecek kadar azdir. Dolayisiyla, dunyamizin "fisil uranyum cekirdegi" stogu, enerji ihtiyacimizi uzun bir sure karsilayabilmekten uzak, yaklasik 200 yil yetecek kadardir. Fakat fisil olmayan "mavi" cekirdekler, tumuyle ise yaramaz degildir. Zira bir notron yutmalari halinde, radyoaktif hale gelirler ve iki isimadan sonra, fisil olan bir baska izotopa, plutonyuma donusebilirler. Dolayisiyla, zenginlestirme islemi sirasinda ayiklanan mavi cekirdekler, bir koseye atilmayip, reaktor kalbinde uygun bir yere konabilir ve notron yutarak kirmizilasmalari saglanabilir. Eger kalpteki notron uretim hizi yeterince yuksek ise, hem kirmizi cekirdeklerin parcalanmasi sonucu enerji uretmek, bir yandan da mavi cekirdekleri kirmiziya donusturmek mumkundur. Hatta uygun bir tasarimla reaktor, birim zamanda tukettiginden daha fazla kirmizi cekirdek uretebilir. Bu durumda reaktorun, net olarak yakit uretmekte oldugu soylenir. Yani reaktor "uretken"dir. Bu islem, yavas notronlar yerine hizli notronlarla daha kolay basarilabilir. Bu yuzden de "uretken" reaktorlerdeki notronlar, fizyondan ciktiktan sonra yavaslatilmazlar. Suyun yavaslatici etkisinden kacinmak icin sogutucu olarak, su yerine sivi sodyum kullanilir ve boyle reaktorler "hizli uretken" reaktor adini alir. Hizli uretken reaktorler sayesinde dunya kabugundaki uranyumun, binde birinden azi yerine tamami, nukleer enerji elde etmek amaciyla kullanilabilir. Ancak hizli uretken reaktorlerin yakitlarinin, once termal reaktorlerde uretilmesi lazimdir. Boyle bir "termal-hizli uretken" reaktor programi, dunya uranyum rezervlerinin enerji potansiyelini 100 misli kadar arttirir ve bu potansiyelin yeterlilik suresini, 200 yildan 9000 yila cikartir.

Zincirleme fizyon raeksiyonlari termonukleer fuzyon reaksiyonlarindan once terbiye edilmis, ilk nukleer reaktor 2 Aralik 1942 tarihinde, Italyan asilli Amerikali fizikci Enrico Fermi liderligindeki bir grup tarafindan, Chicago'da kritik hale getirilmistir. Bu rekatorde yavaslatici olarak, saf karbon veya grafit kullanilmis, nukleer cag bu "grafit yigini" ile acilmistir. Nukleer endustri hizla geliserek buyuk adimlar atmis, dunyanin her tarafinda reaktorler kurmaya baslanmistir. 1 gram uranyum 2.5 ton komure esdeger enerji uretebildigine gore, nukleer bir santralin yakit masraflarinin yok denecek kadar az olacagi, bir kez kurulduktan sonra, santralin neredeyse bedavaya calistirilacagi sanilmistir. Nukleer endustri bu nedenle, bol ve ucuz elektrik enerjisi vaad etmis, hatta bir sure sonra evlere elektrik sayaci takmaktan vazgecilecegini soylemistir. Nukleer endustri bu utopik vaadi ile ilk hatasini yapmis, kazin ayagi hic de oyle cikmamistir.

Reaktor kalbinde parcalanan uranyum cekirdekleri, daha kucuk iki cekirdege yol acar ve "fizyon urunleri" denilen bu yeni cekirdekler, yuksek enerjilerle dogar. Icinde bulunduklari malzeme tarafindan sonunda durdurulur, fakat bu arada, etraftaki cekirdeklerle carpisarak epeyce hasar yaratirlar. Ayrica kendileri istikrarsiz olup, olusumlarindan belli bir sure sonra, baska cekirdeklere donusurler. Bu arada; gama isinlari denilen yuksek enerjili elektromanyetik radyasyon veya elektron ve pozitron gibi kati parcaciklar yayinlarlar. Boyle bir etkinlik gosteren cekirdeklerin, "radyoaktif" olduklari soylenir. Radyoaktif cekirdeklerin bozunmasi cogu kez, diger radyoaktif cekirdeklerin olusumu ile neticelenir. Bunlar da bozunduklarinda, daha baska radyoaktif cekirdeklere donusebilir. Kisacasi, isletmeye alindiktan bir sure sonra bir nukleer reaktorun kalbinde 800 kadar farkli radyoaktif cekirdek turu birikir. Bu cekirdeklerin tumunun sahip oldugu "isinlama gucu"ne, "radyoaktivite envanteri" denilir. Radyoaktif envanter reaktor kapatildiktan, yani zincirleme fizyon reaksiyonlari durdurulduktan sonra da isimasina devam eder. Gerci bu isima zamanla azalir. Herhangi bir radyoaktif izotopun, baslangictaki sayisinin ve dolayisiyla da isima gucunun yariya inmesi icin gereken sureye "yari omur" denir. Bu sure cekirdekten cekirdege degisir. Bazilari icin saniyenin kucuk bir fraksiyonu, bazi digerleri icin ise binlerce yildir. Birkac yuzmilyon wat gucundeki bir reaktorde, kapatildiktan hemen sonra, saniyede milyarlarca kere milyarlarca bozunum yer almaktadir. Bu ise reaktorun calisma halinde urettigi enerjinin %10 kadarinin uretilmeye devam etmesi demektir. Buna "bozunum isisi" denir ve azalmasi icin zaman gecmesi gerekir. Bir baska deyisle, komure dayali bir termik santrali kapattiginizda, kazanina komur atmayi durdurur ve enerji uretimine son verirsiniz. Halbuki bir nukleer santral, kapatilsa dahi, normal gucunun %10'u kadar enerji uretmeye devam eder ve reaktoru sogutmaya devam etmek zorundasinizdir: Ta ki "bozunum isisi" onemsiz duzeylere inene kadar... Aksi halde reaktor kalbindeki uranyum yakit elemanlari eriyebilir, cok yuksek sicaklikta sivi bir kutle olusturup, onune gelen herseyi eritebilir. Uranyum agir bir metal oldugundan, erittigi kutlenin dibine coker ve yeni konumunda neyle karsilasirsa eritmeye devam eder. Reaktor binasinin beton temelini dahi eritip, topraga ulasabilir. Bundan sonra, hipotetik bir tasarimla; ornegin ABD'deki bir reaktor kalbi topragi, reaktorden gecen dunya ekseni boyunca eriterek dunyanin obur tarafindan, Cin'den cikabilir. "Cin Sendromu" denilen bu hipotetik senaryo, aslinda gercekci degildir. Ancak, bir "sogutucu kaybi kazasi" sonucu reaktor kalbinin erimesinin muhtemel sonuclari, son derece ciddidir. Bu noktaya tekrar donmek uzere...

Radyasyon parcaciklari, mikroskopik birer mermi gibidirler ve onlerine cikan malzeme icerisinde durdurulup sogurulana kadar, o malzemeye enerji enjekte ederler. Malzeme tipki, uzerine bir tabanca ile defalarca ates edilen celik bir levha gibi isinir. Bundan ote, radyasyon parcaciklari, yollari uzerindeki molekuler baglari kirarak, maddenin yapisinda degisiklikler de yaratir. Eger malzeme uzun molekul zincirlerinden olusuyor ise, isinimin kirdigi molekul parcalari bazen de, yine radyasyon isinlarinin etkisi sonucu, gelisiguzel yerlerinden birbirlerine baglanir. Yani radyasyon, tipki bir oksijen tupunun ucundaki alev gibi; uzun cubulari bazi yerlerinden eriterek kesmekte, diger bazi yerlerinden de, parcalari kaynak edip birlestirmektedir. Bu olguya "radyasyonla polimerizasyon" denilir ve bazi plastik turleri bu sayede sertlestirilir. Ancak bu olay eger canli bir organizmada yer aliyor ise, bu, organizmanin aleyhinedir.

Canli hucreler cogunlukla, uzun protein zincirlerinden olusur ve hucrenin radyasyona maruz kalmasi halinde, daha once de belirtildigi gibi, bu molekuler baglardan bazilari kirilir ve ortaya cikan parcalar, gelisiguzel sekilde baglanir. Bu molekuller artik ise yaramaz olmustur ve tamir edilmeleri gerekir. Zira aksi halde, hucrede arizali molekul yapilari birikecek, hucrenin metabolizmasi degisecektir. Nitekim hucrenin bu tur hasarlari gidermek icin belli bir tamir kapasitesi vardir. Hatta geliskin organizmalardaki hucreler, molekulleri tek tek kontrol edip rastlanan hasarlilari tamir etmek yerine, tum molekulleri belli araliklarla, hasarli olsun veya olmasinlar, parcalayip yeniden insa etmeyi tercih ederler. Metabolizmanin sagligini garantileyen bu tercih, ilk elde gereksiz derecede zor ve karmasik gorunmekle beraber, cok sayida molekulle calisilmakta oldugundan, aslinda hasar tamiri meselesini hayli basitlestirir. Nitekim normal bir insanin vucudunda her gun 40 gram kadar protein, once bilesenlerine ayrilip, sonra yeniden insa edilir.

Ancak, hucrenin tamir kapasitesi sinirlidir ve bu sinir asildiginda, hasarli molekuller birikmeye, hucrenin yasam faaliyetleri etkilenmeye baslar. Ornegin kil dibi hucreleri, dis kaynakli radyasyona karsi on cephede yer alirlar ve radyasyona karsi asiri hassastirlar. Dolayisiyla asiri radyasyona maruz kalan insanlarin, saclari dahil, vucutlarindaki tuyler dokulur. Keza gozun kornea tabakasi, radyasyona karsi hassastir; polimerizasyona ugrayarak seffafligini yitirir ve buna da "katarakt hastaligi" denir. Bunlara radyasyonun "somatik" etkileri denir.

Radyasyonun bir de "genetik" etkileri vardir. Eger radyasyon hucre cekirdegine ulasacak olursa, buradaki DNA'nin yapisinda bazi degisikliklere yol acar ve insanin ozelliklerini belirleyen sifreyi, adeta yeniden ve gelisiguzel bir sekilde yazar. Hucrenin faaliyetlerini yoneten emir komuta zinciri degismistir. Hucre, aksayan faaliyetleri dolayisiyla olebilir veya daha da kotusu, hizli bir ureme cabasina girerek kanserlesir. Ote yandan, eger cekirdegi hasar goren hucre, sperm veya yumurtalari olusturan "haploid" hucrelerden birisi ise, bu hucrenin dolleyecegi yavru, yapisal bozukluklarla dogar.

Bunlar dusuk miktarlardaki radyasyonun etkileridir. Radyasyonun hasar gucunun bir olcusu, hedefe enjekte ettigi enerji miktaridir ve bu, "radyasyon dozu" adini alir. Eger doz yuksek ise, organizma asiri miktarda isi sogurur ve yumusak dokulari, bir bakima piser. Orta gucte bir atom bombasinin dustugu noktayi merkez alan 1 mil yaricapindaki bir daire icinde bulunan insanin ise, pismek gibi bir sorunu yoktur. Zira onca kisa zamanda yanmak icin gerekli oksijeni bulamadaigindan, yanamaz ve buharlasir. Geride sadece iskeleti kalir...

Radyasyonun muhtemel zararlarina kisaca degindikten sonra, tekrar nukleer reaktorlere donecek olursak; fizyon sonucu olusan bazi radyoaktif izotoplarin, kalbi sogutan suya karismasi mumkundur. Kaldi ki; suyun icerisinde notronlar dolasmakta, suyu olusturan cekirdekler tarafindan yutulmaktadirlar. Ornegin hidrojen, bir notron yutup doteryum, doteryum bir notron daha yutup trityum olabilir. Her iki urun de radyoaktiftir. Keza, sudaki oksijen bir notron yutup radyoaktif bir izotopa donusebilir. Dolayisiyla, sogutma suyu, reaktor icerisinde donup durdukca radyasyon biriktirir ve disari sizmamasi gerekir. Halbuki her endustriyel girisim, bazi kaza ihtimallerini de beraber getirir. Nukleer reaktorlerin de, ufak tefek kazalar sonucu radyoaktivite sizdirmasi, cevrede saglik sorunlarina neden olmasi kacinilmaz gibidir. Nitekim gecmiste boyle olmus, en gelismis ulkelerdekiler de dahil olmak uzere, dunyanin muhtelif yerlerinde insa edilen yuzlerce nukleer santralde yer alan radyasyon sizintilarinin sayisi, yuzleri bulmustur. Nukleer endustri ikinci hatasini burada yapmis, butun bu kazalari saklamaya calisip, saklayamadiklarini yalanlamistir. Zira dunya kamuoyu, o donemde tirmanan Soguk Savas'la birlikte, nukleer silahlar karsisinda dehsete kapilmaya, radyasyonun muhtemel zararlari anlasildikca da, nukleer santrallara karsi guvensizlik duymaya baslamistir. Endustri kendisini savunmaya calisirken nukleer teknolojiyi, sanki kazalardan muafmis gibi gostermis, "sogutucu kaybi" gibi ciddi bir kazanin asla olamayacagini iddia etmistir. Endustri ucuncu hatasini da burada yapmis, bu iddiasi da yanlis cikinca, agir tohmet altinda kalmistir.

Zira 1979 yilinda ABD'nin "Three Mile Island" nukleer santralindaki unitelerden birinde, olasi en kotu kaza gerceklesmis, sogutucu kaybi sonucu reaktor kalbi erimistir. Gerci kaza esnasinda olen olmamis, cevreye fazla radyasyon salinmamistir. Fakat Amerikan kamuoyu, nukleer endustrinin "olmaz" dedigi kazayi yasamis, bu alternatifi ciddi bir sekilde sorgulamaya baslamistir. Elektrik uretim sirketleri yeni siparisler vermeyi durdurmus, daha onceki siparislerini iptal edenler de olmustur. Nukleer endustri bir darbogaza girmekte, kendisini cok daha ciddi bir sorun beklemektedir.

Zira 1986 yilinda Sovyetler Birligi'nin Cernobil nukleer santralindaki unitelerden birisi, ayni kazaya ugramis, fakat bu seferki kaza kontrol altina alinamamistir. Olusan radyasyon bulutunun haftalarca, Turkiye dahil Avrupa uzerinde dolastigi, yagmurlarla birlikte besin zincirine ulastigi hepimizin malumudur. Kazadan dolayi 30'dan fazla insanin oldugu bilinmekte, radyasyona maruz kalmis olup da kanser riski artanlar, onbinlerle olculmektedir. Nukleer endustrinin imaji agir bir yara daha almis, kamuoylarinin nukleer enerjiye guveni sarsilmistir. Fakat dile getirilen endiselerde, psikolojik boyut agir basar gibidir.

Zira nukleer santrallarin isletmesi sirasinda yer alan kazalar, "isletme riskleri" kapsamindadir ve nukleer endustrinin bu acidan performansi aslinda, oldukca saygindir. Onbine yakin "reaktor yil"lik isletme deneyimi sirasinda, bir elin parmaklarini gecmeyecek sayida ciddi kaza olmus, bu kazalarda olenlerin sayisi 50'yi ancak bulmustur. Tabii ki cevreye salinan radyasyon, zamanla kanser vakalarinda artislara yol acacak ve bunun sonucu olarak, pek cok insanin omru kisalacaktir. Ancak teknolojik yasam, mukafatlarin yaninda bazi riskler de getirmekte, "her nimetin bir de kulfeti" oldugu bilinmektedir. Diger sanayi dallari da boyledir. Ornegin 1974 yilinda, Hindistan'in Bhopal eyaletinde, Union Carbide sirketine ait bir gubre fabrikasinda yer alan siyanid gazi kacagi, 3,400 insanin zehirli buharlar soluyarak olmesine yol acmis, fakat kimya endustrisi bu nedenle kapanmamistir. Komur madenlerinde her yil yuzlerce, yalniz Turkiye'de ortalama olarak 60'in uzerinde isci olmekte, hic kimse komur madenlerinin bu yuzden kapatilmasini istememektedir. Keza trafik kazalari tum dunyada, "tek disi kalmis bir canavar" gibi serbestce dolasmakta, sadece Turkiye'de bu yuzden yilda, 7,000'e yakin insan olurken 60,000 kadari sakat kalmaktadir. Fakat otomobil kullaniminin yasaklanmasini isteyen yoktur. Muhtelif is kollarinda yer alan kazalardan olenlerin tek bir yillik dokumu dahi muhtemelen, simdiye kadarki tum nukleer kazalarda olenlerin sayisindan fazladir. Bu riskler olagan addedilirken, nukleer enerjiye karsi sert tepki gosterilmekte, demek ki kamuoylari, "toplumsal risk siralamasi"nda onyargili hareket etmektedir. Bu onyarginin bir nedeni, nukleer santrallarin nukleer silahlari cagristirmasi, bir digeri de, sozkonusu radyasyon riskinin gorunmez, neredeyse "mistik" bir tehlike olmasidir. Uzmanlar durumu kamuoyuna anlatmaya calismakta, fakat endustri guvenilirligini yitirmis oldugundan, aradaki diyalog kopmus bulunmaktadir.

Halbuki bir nukleer santralin bir nukleer bomba gibi patlamasi imkansizdir. Hatta nukleer santrallar, bir kaza durumunda kalp isinmaya basilayinca, kendi kendilerini kapatip, zincirleme reaksiyonu durduracak sekilde tasarlanmisilardir. Nitekim Three Mile Island ve Cernobil'deki reaktorler de, anormal gelismeler baslar baslamaz durmuslardir. Zincirleme reaksiyonun sona ermis olmasina ragmen kalbin erimesine, kalpteki radyoaktivite stogunun isinimlarinin yol actigi "bozunma isisi" olmustur. Three Mile Island'daki ile ayni kazaya ugramasina ragmen, Cernobil'deki kazanin sonuclarinin agir olmasina ise bu santralda, Bati standartlarinca ongorulen bazi guvenlik sistemlerinin bulunmamasi yol acmistir. Simdi artik, eski Dogu Blogu ulkelerinde bulunan santrallar da Uluslararasi Nukleer Enerji Ajansi'nin denetimine acilmis, bu santrallarin, Bati'daki akranlarinda var olan guvenlik sistemleriyle donatilmalarina baslanmistir.

Tekrarlamak gerekirse; nukleer teknolojinin isletme performansi, her seye ragmen, hic de fena degildir. Fakat nukleer santrallarin bir baska sorunu daha vardir ve bu sorun kamuoyunda yeterince tartisilmamaktadir.

Reaktor kalbinde fizyona ugrayarak enerji ureten uranyum yakit, zamanla fakirlesir ve belli bir noktadan sonra, yakitin degistirilmesi gerekir. Bu "kullanilmis yakit"lar, kimyasal yontemlerle parcalanip, icindeki ise yarar izotoplar alinir. Geride kalan kimyasal cozeltilerde, "ust duzeyde radyoaktif" olan ve fakat ise yaramayan cekirdekler kalir. Bu "ust duzeyde radyoaktif sivi atiklar", radyoaktif olduklarindan gelisiguzel atilmamalari, cevreye zarar vermemeleri icin ozenle zirhlanip saklanmalari lazimdir. Ta ki radyoaktiviteleri zararsiz duzeylere inene kadar...

Radyoaktif bir maddenin aktivitesinin yarilanmasi icin gereken zamana "yari omur" demistik. Boyle bir maddenin aktivitesini artik kaybetmis oldugunu soyleyebilmek icin, parmak kurali olarak "10 yari omur"un gecmesi gerekir. Nukleer reaktor atiklari arasinda; Stronsiyum-90 ve Sezyum-137 gibi cekirdekler onemli bir yer tutar. Bunlarin yari omurleri oldukca uzun olup, sirasiyla 28 ve 30 yil civarindadir. Dolayisiyla, 300 yil sureyle, emniyetli bir sekilde saklanmalari lazimdir. Diger bazi cekirdeklerin yari omurleri cok daha uzun olup, ornegin plutonyumunki 24,000 yil kadardir. Termal reaktorlerde biriken plutonyum, hizli uretken reaktorlerde yakit olarak kullanilabilir. Ancak bu yapilmadigi takdirde, bu cekirdegin de keza, ozenle saklanmasi gerekir. Halbuki dunya "hizli uretken reaktor programi" askiya alinmis, termal reaktorlerde uretilen plutonyum birikmeye basamistir. Plutonyum icin "10 yari omur" 240,000 yili bulmakta, bu denli uzun bir zaman insanin ufkunu asmaktadir. Guvenli saklanabilmesi icin, jeolojik zaman olceginde calismak gerekmekte ve tum radyoaktif atiklarin, camlastirildiktan sonra, depremlerden muaf yeralti galerilerinde saklanmasi dusunulmektedir. Ancak, olusturulmaya calisilan cozumlerin saglikli olabilmesi icin, kamuoyunda genis bir katilimla tartisilmasi, kabullenilebilir riskler uzerinde anlasilmasi gerekmektedir. Halbuki bu konu, hemen hemen hic tartisilmamakta, nukleer santrallarin isletme sorunlari ise, on planda tutulmaktadir.

Konuyu baglamak uzere; termonukleer reaksiyonlarin terbiye edilebilmesi halinde insanligin enerji sorunu, neredeyse ebediyyen cozulebilecek, fakat bu gerceklesene kadar, diger enerji kaynaklari ile yetinmemiz gerekecektir. Nukleer enerjinin,bu "bol enerji gelecegi"ne giden koprude onemli bir rol oynamasi kacinilmaz gorunmektedir. Ancak tum digerleri gibi bu alternatif de, beraberinde bazi riskler getirmekte, bu riskler herkesi ilgilendirmektedir. Dolayisiyla konunun kamuoylarinda, genis katilimla tartisilmasi; riskler, mukafatlar ve odenecek bedeller uzerinde anlasilmasi lazimdir.

Nukleer endustrinin yakin gelecege yonelik calismalarinin basta gelen hedefi, halen isletilmekte olan reaktorlerin, kamuoyunun talep ettigi guvenlik duzeyine ulastirilmalaridir. Bu ise daha siki standartlar ve daha fazla yatirim gerektirmis, nukleer enerji alternatiflerine oranla pahali hale gelmistir. Aslinda enerji fiyatlari, petrol soklari nedeniyle genelde artmis, ulkeler enerji tuketimlerinde tasarrufa yonelince, dunya tuketimi yerinde saymistir. Bu da insana, "her iste bir hayir" vardir sozunu hatirlatmaktadir. Zira en temiz ve en ucuz enerji, tasarruf ile saglanandir ve dunya, enerji savurganligina bir son vermek zorundadir.

Nukleer endustrinin orta vadeli calismalari, gecmisten cok daha guvenli reaktor tasarimlarina yonelik olup, isletme sirasinda, isteseniz ve ugrassaniz da kalbini eritemeyeceginiz "ultra guvenlikli sistemler uzerinde yogunlasmaktadir. Ornegin bunlardan birisi gaz sogutmali olup, top seklinde yakitlar kullanmakta, "geliskin gaz sogutmali rektor" adini almaktadir. Bir digerinin ise, ufak capta bir golun dibine kurulmasi tasarlanmakta, bu "ultra guvenli reaktorun", ne olursa olsun sogutucu kaybina ugramamasi amaclanmaktadir.

Nukleer endustrinin uzun vadeli calismalari ise, "radyoaktif atiklarin guvenli depolanmalari" ile ilgilidir. Ust duzeyde radyoaktivite iceren sivi atiklarin, kati hale getirildikten sonra "vitrifikasyon" yoluyla cam bir bunyeye, homojen bir sekilde emdirilmeleri planlanmaktadir. Boyle bir tasarimda, dis kabin delinmesi ve radyoaktif cekirdeklerin cevreye yayilarak besin zincirine girmeleri ihtimali bulunmamaktadir. Zira cam kirilsa dahi, sadece kirilma yuzeyindeki radyoaktif cekirdekler aciga cikmakta, cam bunye icindekiler disari sizmamaktadir. Hem de bu cam muhafazalarin "sok emici" jeolojik tabakalara gomulmesi tasarlanmakta, boylelikle deprem soklarindan korunmalari amaclanmaktadir. Bu jeolojiik tabakalar gecmiste oldugu gibi, yuzbinlerce yil sureyle degismeden duracak, radyoaktif atiklari iclerinde saklayacaklardir. Ancak, zaman olcegi uzun oldugundan, muhtemel gelismeleri tumuyle ongorebilmek guctur ve yine, kamuoyunun yapici elestirilerine ihtiyac duyulmaktadir.

Kamuoyunu, acik fikirlilikle yurutulecek bir diyaloga davet ederken, bu tartismalarda goz onunde bulundurulmasi gereken bir hususu hatirlatmakta yarar vardir ve bu da; olmayan enerjinin bedelinin, gecmis kazalarda odenmis olanlardan cok daha agir oldugudur.

 

TURKIYE'NIN KONUMU

Durum tesbiti:

Turkiye Elektrik Anonim Sirketi (TEAS) verilerine gore Turkiye halen, 24Gw (gigawat) kurulu guce dayali olarak 106Tws'lik (terawatsaat) elektrik enerjisi uretmekte ve bunun 80Tws'ini tuketiciye iletip faturalandirabilmektedir. Dolayisiyla yilda kisi basina uretim 1700, kayitli tuketim ise 1300Kws kadardir. Bu son rakam, kacak kullanimin da hesaba katilmasi halinde kabaca 1500 Kws'e varmakta ve dunya ortalamasi olan 2200Kws'in %30 altinda kalmaktadir. Yine kisi basina yillik tuketim ABD'de 12000, Bati Avrupa ulkelerinden ornegin Fransa'da 7700, komsumuz Yunanistan'da ise 3500Kws duzeyindedir.

Bati ligine tirmanmaya calisan Turkiye'de mevcut tuketim azdir. Ilaveten, karartmalar yasandigina gore arz yetersizdir ve arzin, tasarruf ve/veya kapasite ilavesiyle arttirilmak durumundadir.

Tasarruf:

Tasarruf, tuketimin ve/veya sebeke kayiplarinin azaltilmasiyla mumkundur.

Daha fazla enerji tuketmek tek basina iftihar edilecek bir sey degildir. Esas olan enerjiyi tasarruflu kullanmak ve daha az enerji ile daha cok uretim yapmaktir. Ancak Turkiye'nin tasarruf imkanlari sinirlidir. Cunku kisi basina gelir duzeyi dunya ortalamasinin uzerinde, elektrik tuketimi ise altindadir. Yani Turk insani elektrik enerjisini zaten bir hayli, mahrumiyet duzeyinde tasarruflu kullanmaktadir. Gerci resmi rakamlara gore kisi basina 3500 dolar olan GSMH'nin enerji yogunlugu (14,500 ve 11,600Btu/$) ABD'dekinden yuksektir. Ancak Turkiye'de ekonominin yariya yakini kayitsizdir ve kisi basina GSMH, satin alma gucu paritesine gore hesaplandiginda 5000 dolari asmakta, bu rakamla hesaplanan enerji yogunlugu Batili ulkelerin altinda kalmaktadir. Ote yandan Turkiye'nin demir-celik ve tekstil gibi enerji yogun sektorlere yogunlasmis olmasi, ekonomisinin enerji yogunlugunu da arttirmis olsa gerektir. Yine de, tuketim kaliplarini rasyonellestirmek ve tasarruf teknolojilerine yonelmek suretiyle bir miktar tasarruf mumkundur. Ancak enerjiyi verimsiz kullanan ekipmani verimli kullanan yeni modelleriyle degistirme sureci, varlikli toplumlarda hizli, bizim gibi gelismekte olan toplumlarda ise yavastir. Ornegin Turk insani elektrikli ev aletlerini ortalama on yildan fazla sureyle kullanirken, Bati Avrupali bir tuketici her bes yilda bir yenilemektedir. Bu, enerji verimli teknolojileri devreye sokmak suretiyle tasarruf saglama imkaninin varlikli ulkeler icin daha kolay oldugu anlamina gelmekte, yani mutasarrif olabilmek icin varlikli olmak gerekmektedir. Buna fakirligin pahaliligi veya kisir dongusu denir

Sebeke kayiplarina gelince, TEAS verilerine gore; 106Tws'lik uretimle 80Tws'lik kayitli tuketim arasindaki %27'ye varan farkin; %3,5 kadari santrallardan kentlere iletim ve %4.5 kadari kent ici dagitim kayiplarindan, kalan kismi da kacak kullanimdan olusmaktadir. Kacak kullanimi kayip telakki etmek dogru olmasa gerektir. Cunku bu kullanim, nakit ekonomisine girecek gucu olmayan en yoksul kesimlere yonelik bir subvansiyon ve dolayisiyla da kent varoslarindaki emniyet subaplarindan birisi gibidir. Nitekim kacak ve kayip orani ilden ile degismekte, terorun pencesindeki bazi illerde %60'a ulasabilmektedir.

Ancak TEAS'in %8 olarak ongordugu kayip orani, aslinda %12 civarinda olsa gerektir ve bu orani OECD ortalamasi olan %7'lere cekmeyi hedeflemek lazimdir. Fakat bu olgu, oyle lanse edildigi gibi maliyetsiz bir girisim degildir. Cunku kullandigimiz elektrik enerjisi icin harcanan her bes kurustan ikisi santral yapimina, ucu de bu enerjinin iletim ve dagitimina harcanir. Simdi eger nakitiniz bolsa hem kayiplari azaltir, hem de uretim kapasitenizi arttirabilirsiniz. Eger nakitiniz azsa ve bu iki alternatif arasinda bir tercih yapmak zorunda kalirsaniz, her ne kadar tuhaf gorunse de, kayiplari azaltmak yerine devreye bir santral daha ilave etmeyi tercih edebilirsiniz. Buna da keza, fakirligin pahaliligi veya kisir dongusu denir. Yok eger nakitiniz hic yoksa, o zaman da borc alip basinizin caresine bakmaya calisirsiniz: Turkiye'nin bugunku (dunku, evvelsi gunku) durumu budur.

Dolayisiyla TEDAS'in bu acidan, sebeke islahi yoluyla kazanilacak ve yeni santral yapimiyla ilave edilecek Kw guc basina yapilmasi gereken harcamalari kiyaslabilecek bir calisma yapmasinda fayda vardir. Fakat her halukarda Turkiye'nin tuketimden ve kayiplarin azaltilmasindan saglayacagi tasarruflar, kurulu gucunun %10'u mertebesinde olup 2500Mw'a esdegerdir. Halbuki kurulu guc kiyaslamasinda halen, her TC vatandasinin elinde her an kullanabilecegi 0.25Kw'lik bir guc varken, Amerikali'nin elinde 2Kw, Avrupali'nin elinde ise 1.25Kw'lik bir kapasite mevcuttur. Elde ufak bir matkap varken, hilti ile yarismak, bunca az enerji tuketimiyle Bati ligine cikmak mumkun degildir.

Dolayisiyla Turkiye tuketimini, ekonomisine paralel olarak yilda %6-8 oraninda arttirmak ve bu amacla, tasarruf onlemlerine ilaveten uretim kapasitesini de buyutmek zorundadir. Kapasite arttirimi hem de, tasarrufu destekler mahiyettedir. Cunku, sebekeye halen yeterince guc bagli olmadigindan reaktif guc (isinma) kayiplari yuksek olsa gerektir ve uretim kapasitesinin artmasi kayip oranlarini dusurecektir.

Uretim kapasitesini arttirmak, ya mevcut santrallarin kapasitesini yukseltmek veya santral stoguna yenilerini eklemekle mumkundur. Turkiye'deki termik santrallarin bazilari cok eski olup, yilin onemli bir kismini bakim onarimla gecirmektedirler. Dolayisiyla yillik kapasite kullanim oranlari, %50'ler mertebesinde dusuktur ve modernizasyonlari sayesinde bu oranlari yukseltmek mumkundur. Bu konunun da keza, alternatif bir enerji yatirimi mahiyetinde irdelemesinde fayda vardir.

Gelecege yonelik tahminler:

TEAS'in ongorusu, mevcut kapasiteyi 2010 yilina kadar 40Gw arttirarak 65Gw'a yukseltmek ve yilda 270Tws elektrik uretmektir. Bu uretim, o zaman icin beklenen 83 milyon nufus icin kisi basina yilda 3,250Kws'lik bir tuketime esdegerdir ve bugunku Avrupa ortalamasinin yarisindan, komsumuz Yunanistan'in bugunku ortalamasindan azina denk gelmektedir. Bu hedef Turkiye'nin uzun vadeli hedefleri acisindan mutevazi, ancak bugun artik basarilamayacak kadar yuksektir. 2020 yili hedefi ise, 100Tw kurulu guce ulasip kisi basina 5500Kws tuketmektir.

Abartisiz gorunen bu hedeflerin gerceklestirilebilmesi icin birincil kaynaklara ihtiyac vardir.

Ozkaynaklar:

Halbuki Turkiye enerji kaynaklari acisindan, ne yazik ki kendisine yeterli bir ulke degildir. Petrolu yok denecek kadar az, hidroelektrik kaynaklari nisbeten bol ama yetersiz, 6 milyar tona varan linyit rezervleri ise kalitesizdir. Dolayisiyla Turkiye, once kendi kaynaklarina yonelip bagimliligini asgari duzeyde tutmak, sonra da dis kaynaklara yonelirken, istikrarli cografyalar aramak ve bu bagimliligi mumkun oldugunca fazla sayida ulke arasinda yaymak zorundadir. Turkiye'nin yapmis ve yapmakta oldugu da zaten budur…

Turkiye halihazirdaki elektrik uretiminin %40'ini kendi hidrolik, %37'sini kendi linyit, %20 kadarini da ithal dogal gazdan saglamakta, hidroelektrik potansiyelinin simdilik %30'unu kullanmaktadir. 1980'lerin basinda hidroelektrik potansiyelinin ancak %15'ini kullanirken, bugun %30'unu devreye sokmus bulunmakta ve 2010 yilina kadar bu orani %65'e, 2020 yilinda da %80'e cikarmayi tasarlamaktadir. Ancak Turkiye'nin onunde artik Keban gibi buyuk proje imkanlari kalmamistir. Bundan sonra yapilacak barajlar sayica fazla, boyutca orta ve kucuk capta olacak, urettikleri enerjinin birim maliyeti artacaktir. Nitekim TEAS 2010 yilina kadar toplam 12,700Mw gucunde 34 baraj kurmayi planlamakta, daha sonrasi icin 300 diger barajin projesi uzerinde calismaktadir.

Fakat barajlarin uretimi yagisa bagli oldugundan, kurulu kapasitenin buyuk bir kismini bu kaynaga dayandirmak sakincalidir. Dolayisiyla bu kaynagi, yakiti her an bulunabilir turden, ornegin komur santrallariyla desteklemek gerekir.

Ama komur pis bir kaynaktir. Hele bizim linyitlerimiz pisten de berbattir. Ornegin 1,000Mw'lik bir linyit santrali yilda iki milyon ton kadar komur yakar ve gerisinde bir milyon ton civarinda kul biriktirirken, bunun 100,000 tonunu baca gazlariyla etrafina yayar. Ayrica atmosfere dort milyon ton karbondioksit, 20,000 ton da nitrik oksit gazlari salarken, yine etrafina veya uzaklara 40,000 ton sulfurik asit yagdirir. Turkiye'nin yilda altmis milyon ton linyit yaktigi goz onunde bulundurulursa, bu rakamlari 30'la carpmak ve ulkemizin o bulanik havasini bu illete yorumlamak lazimdir. Bu kaynagin cevre ve toplum sagligi acisindan, enerji muhasebesine dahil edilmemis olan agir bir faturasi vardir.

Ote yandan Batili ulkeler sera gazi etkisinin farkina varmis ve karbondioksit emisyonlarini sinirlamak gerektigi uzerinde anlasmislardir. Turkiye henuz bu anlasmalara imzaci degildir, ancak AB'girdikten sonra bu yonde baskilara maruz kalabilecektir. TEAS buna ragmen 2010 yilina kadar toplam 9,000Mw gucunde 33 linyit ve 6,000Mw gucunde 12 ithal komur santrali kurmayi planlamaktadir.

Ruzgar ve gunes gibi yenilenebilir kaynaklar ihmal edilmeyip gelistirilmelidirler. Ancak simdilik pahali, kucuk olcekli ve surekli uretemeyen kaynaklar olduklarindan, 2010 yilina kadar en fazla birkac Tws'lik, yani yuzde birkaclik katkida bulunabileceklerdir. Nitekim Avrupa'da halen jeotermal, gunes ve ruzgar enerjilerinden en fazla elektrik ureten ulke Italya'dir ve elektrik uretiminin %60 kadarini petrol gibi pahali bir kaynaga dayandirmis bulunmasina ragmen bu ulke, sozkonusu kaynaklardan yilda 4.5Tws, yani 257Tws'lik tuketiminin %1.75'ini uretebilmekte ve kendisini 2.9Tws'la Almanya izlemektedir. Enerji bagimliligini azaltmak amaciyla bu kaynaklar uzerinde en yogun harcamalari yapan ABD'nin ise 86.8Tws'lik uretimi yuksek gorunmekte, fakat bu miktar, toplam elektrik tuketiminin ancak %1.9'una karsilik gelmektedir. Enerji planlamasi bu alanda kaydedilebilecek gelismelere bagli umitler uzerine kurulamaz.

Turkiye'nin ozkaynaklari burada tukenmekte ve enerji acisindan dis dunyaya daha buyuk oranda acilmak gerekmektedir.

Ithal kaynaklar:

Nisbeten temiz ve ekonomikligini kanitlamis olmasi itibariyle, 21. Yuzyil'in ilk yarisinin flas enerji kaynagi dogal gazdir. Turkiye de bunun farkina vararak 80'yillarin sonuna dogru bu alana girmistir. Halen kurulu gucunun 5000Mw'lik %20'sini dogal gaza dayandirmakta ve yilda 10 milyar metrekup tuketip hemen tamamini ithal etmektedir. Bu ithalatin buyuk bir kismi (7.84 milyar metrekup) Rusya'dan boru hatti ile, bir kismi da sivilastirilmis dogal gaz (LNG) olarak Cezayir'den saglanmaktadir. Toplam tuketimin 2010 yilina kadar 50 milyar kupe ulasmasi planlanmakta, TEAS tarafindan yine 2010 yilina kadar 9,500Mw'lik 14 dogal gaz santrali projelendirilmis bulunmaktadir.

Dogal gaz Turkiye acisindan cok amacli bir alternatiftir: linyit ve petrolden daha temiz olmasi itibariyle cevresel acidan, Orta Dogu ve Orta Asya'daki kaynaklarin yakinligi itibariyle cografi acidan, ithal kaynaklarinin cesitlendiriliyor olmasi itibariyle enerji guvenligi acisindan, transit gecis ucretleri doguracak olmasi itibariyle ekonomik acidan, Hazer ve Orta Asya ulkeleriyle iliskileri guclendirecek olmasi itibariyle siyasi acidan…

Bu amacla Turkiye halen; Kazakistan, Turkmenistan, Azerbaycan, Rusya, Misir, Iran ve Irak ile, bazilari imzalanmis bulunan muhtelif anlasmalar uzerinde calismaktadir. Rusya ile uzerinde calisilan 'Mavi Akim' projesiyle Gazprom Turkiye'ye, 25 yil sureyle yilda 14 milyar metrekup dogal gaz iletecek bir boru hattini insa etmeyi onermektedir. 1100km'lik bu hattin, Karadeniz'in yuksek hidrojen sulfur konsantrasyonu iceren dip sularindan gecirilmesi planlanmakta ve bu durum projeyi hem pahali, hem de teknik acidan riskli kilmaktadir. 4 milyar dolarlik bu projenin gerceklesmemesi ve Rusya'nin sonuc olarak alternatif bir hat secmesi ihtimali vardir.

Turkmenistan ile varilan anlasmaya gore ise, bu ulke Iran'a dogal gaz ihrac edecek, Iran da kendi dogal gazini Turkiye'ye satacaktir. Mayis 1999'da yine Turkmenistan ile varilan bir diger anlasmaya gore BOTAS Turkmenistan'dan Turkiye'ye bir diger hat doseyecektir. 2.5 milyar dolara malolmasi beklenen bu 1500km'lik hat, Hazer Denizi'nin altindan gecip Azerbaycan ve Gurcistan uzerinden Turkiye'ye ulasacaktir. Turkiye 2002 yilindan itibaren bu hattan yilda 15 milyar metrekup dogal gaz cekip, bunun ustunu de ihrac edebilecektir. Kisacasi Turkiye en hizli buyuyen dogal gaz pazarlarindan birisi haline gelmistir.

Fakat dunyadaki bilinen dogal gaz rezervleri 142 trilyon metrekup olup, halen 2.3 trilyon metrekup olan yillik tuketim hizina 60 yil sureyle dayanabilecek kadardir. Her ne kadar yeni rezervler bulunacak olsa dahi, dunya tuketim hizinin suratle artiyor olmasi nedeniyle bu surenin kisalarak 30-40 yil duzeyine inecegi kesin gibidir. Dolayisiyla Turkiye su anki girisimlerinin hepsini basariyla sonuclandirsa bile ancak, 2010 yilina kadarki ihtiyaclarini karsilamis olacak, bundan sonra ac kurtlarla enerji sofrasina oturmak zorunda kalacaktir.

Dolayisiyla TEAS 2010 yili sonrasi icin bir dizi nukleer santrali devreye sokmayi tasarlamakta ve bunlardan 2010 yilinda devreye girmesi planlanan 1,000'er Mw'lik ilk ikisinin ihalesi uzerinde calismaktadir. Kamuoyundaki en sert tartismalar bu santrallar uzerinde yogunlasmistir.

Nukleer secenek:

Nukleer enerji, 1979 Three Mile Island ve 1986 Chernobil kazalari nedeniyle ve kamuoylarinda uyanan tepkiler sonucunda, guvenlik onlemlerini buyuk oranda arttirmistir. Sonuc olarak, birim uretim maliyetleri de artmistir Dolayisiyla olabildigince ucuz enerji kaynaklari arayisindaki Turkiye, bu alanda makul bir maliyeti garantilemeye calismalidir.

Ote yandan, Chernobil kazasina konu olan reaktorun Bati tipi olmadigi ve guvenlik acisindan ciddi eksiklikler tasidigi dogrudur. Ama Three Mile Island kazasi, Chernobil'deki kazanin aynisidir ve ABD'de yer almistir. Gerci cevreye ve insan hayatina kayda deger hicbir zarari olmamistir. Ama Amerikan halki, 2 milyar dolarlik bir beton yiginiyla karsi karsiya kalmistir. Gerci bu kazalardan sonra reaktor guvenlik onlemleri arttirilmistir. Fakat hala daha, Bati tipi reaktorlerin hicbir isletme riski tasimadigini soylemek mumkun degildir. Gerci kaza olasiligi ihtimali, emsal sanayi dallariyla kiyaslandiginda dusuktur. Fakat bu dusuk olasiliklar gerceklestiginde karsilasilacak olan faturalar buyuktur. Dolayisiyla, bir guvenlik kulturu eksikligi yasayan Turkiye kurmayi tasarladigi santrallarin guvenli calistirilabilmesi sorununu ciddiye almak zorundadir.

Nukleer santrallarin atik yakit sorunu "genel kabul goren nihai bir cozum"e henuz kavusturulabilmis degildir. Ancak bu yakitlari ornegin 50 yil sureyle guvenli bir sekilde depolamak ve 50 yil sonunda depolama kosullarini gozden gecirip sifirlamak, bu sureci 50 yillik periyotlarla teorik olarak ebediyyen tekrarlamak mumkundur. Her ne kadar bu nokta, gelecek nesillere karsi sorumluluk acisindan etiksel soru isaretleri tasiyor ise de, Turkiye henuz bu etiksel duzeyi finanse edecek guce sahip olmadigi gibi, bu sorumlulugu paylasmaya calismakta, fakat sorumlulugu doguran nimetten henuz yararlanmamaktadir. Kisacasi atik yakitlarla ilgili olarak onde gelen sorun, bu atiklarin gecici surelerle de olsa, ama guvenli bir sekilde saklanabilmeleri meselesidir.

Bu konularda Turkiye'nin kendisine guvenmesi, bu arada teknolojinin, ihtiyac duydugu disiplini biraz da beraberinde getirdiginin unutulmamasi lazimdir.

Halbuki bu alternatifle ilgili degerlendirmelerde, Bati'daki enerji tuketiminin artik artmamakta oldugu ileri surulmekte, 'Batililasmaya calisan' Turkiye icin de ayni seyin sozkonusu oldugu soylenmektedir. Batili toplumlar enerji tuketimi acisindan bir doygunluga ulasmislardir. Soyle ki; bir yandan nufus artmazken diger yandan, yeni uretim alanlari devreye girerken eski bazilari daralmakta, daralan sektorlerin kullandigi elektrik yeni sektorlere kaymaktadir. Dolayisiyla Batili ulkelerde yeni santral siparisleri neredeyse sifirlanmis, nukleer santral kurma zorunlulugu da simdilik ortadan kalkmistir. Halbuki Turkiye, ekonomisini buyutebilmek icin mevcut uretim proseslerine yenilerini eklemek zorunda, Turk insani da mevcut elektrikli alet stogunu genisletmek durumundadir. "Onlar kurmuyor, biz de kurmayalim" veya "onlarin tuketimi artmiyor, bizimki de artmayacak" demek aynen; Hint fakiri gibi birinin, 200 kiloluk bir turistin rejim yapmakta oldugunu gorup "O rejim yapiyor, ben de yapacagim" demesi gibidir. Kaldi ki, Batili ulkelerin cogu nukleer santrallarini zaten kurmus calistirmaktadirlar. Hirosima ve Nagazaki'yi yasamis olan Japonya bugun 48 nukleer santralla elektrik enerjisinin %31'ini uretmektedir. ABD 109 santralla %21'ini, Fransa 57 santralla %78'ini, Ingiltere 35 santralla %26'sini, Kanada 22 santralla %7'sini, Almanya 21 santralla %30'unu, Isvec 12 santralla (birisini kapatti) %40'ini, Guney Kore 9 santralla %40'ini, Ispanya 9 santralla %36'sini, Belcika 7 santralla %59'unu, Isvicre 5 santralla %38'ini, Finlandiya 4 santralla %32'sini uretmektedir. Gerci Italya gibi bazi ulkeler nukleer uretimin disinda kalabilmistir. Ama elektrik enerjisi uretiminin %60'ini petrole dayandirmak gibi pahali bir faturayi tasiyarak…

Ozet olarak Nukleer enerji %100 guvenli ve cevresel acidan risksiz bir alternatif degildir. Fakat komur gibi alternatifleri yaninda "kotunun iyisi"dir. Kamuoyu tartismalarinda artik "Nukleere gecit yok" gibi kategorik dislamalarda bulunmak yerine; bu enerjiyi nasil ucuz bir maliyetle devreye sokabilir, guvenli bir sekilde calistirabilir ve urettigi atiklarin cevre riskini nasil en aza indirgeyebiliriz konularini tartismakta fayda vardir.

BACK

TOP